Koşuşturma kültürü, 1970’lerde başlayıp 1990’larda taçlanarak günümüze kadar süregelen bir çalışma biçimini ifade ediyor. Peki bu tam olarak nasıl bir şey?
Koşuşturma kültürü, neredeyse hiç dinlenmeyen, dinlenseler de akılları sürekli işlerinde olan insanların psikolojilerini anlatan bir kavram diyebiliriz. Aslında bu kültürü benimseyen bireyler, halk tabiriyle işkolik olarak anılan kişilerdir. 7/24 iş düşünen, iş dışında başka bir hayatları olmayan bu insanların, sürekli meşguliyet içerisinde olduklarını görebiliriz. Çünkü onlar hiç durmaksızın çalıştıkları zaman, gerçek başarıyı elde edeceklerine inanıyor.
Keza dünya çapındaki iş piyasalarında da çalışanlara, hep daha hızlı olmaları/daha sorunsuz iş çıkarmaları ve her daim olduklarının ”dahası” olmaları gerektiği algısı empoze ediliyor. Biz de bu yazımızda, sürekli bir koşuşturmaca içerisinde olanların, aslında kendilerine nasıl büyük zararlar verdiklerini tartışıyoruz.
Bu kişileri ele veren en büyük özellikleri, bir molaya çıktıklarında veya bir tatile gittiklerinde, çalışmadıkları her saat için pişmanlık duymalarıdır.
Bu özellik genellikle kişinin gençlik yıllarında ortaya çıkıyor. Çünkü o dönemlerde bireyler, çevrelerindeki yetişkinlerden ”hep daha iyisini yapmalısın”, ”her daim kendini ileriye taşımalısın” öğütlerini alıp benimsemeye başlıyor. Bu da onların, hayatın tek amacının toplum tarafından onaylanan saygın bir konum elde etmek olduğunu düşünmelerine yol açıyor. Böylece maraton koşar gibi başarı adına koşmaya başlıyorlar.
Bu kişiler için bir müddet sonra ara vermek veya dinlenmek, hiçbir anlam ifade etmeyen kavramlar olmaya başlıyor. Ki çoğu da çalıştıkları şirketlerde, patronlarının bitmek tükenmek bilmeyen beklentilerini karşılamak için durmadan mücadele veriyor. Böyle yaptıklarında, iş ortamında değer göreceklerini düşünüyorlar ancak sonuç hep hüsran oluyor.
Çünkü bu insanları tanımlayan en belirgin özelliklerinden biri de sürekli çalışmaktan ziyade, iş tanımlarına dahil olmayan işleri bile yapmaya çalışmalarıdır. Bu da onların, diğerlerinin gözünde ”her şeyi, sorgusuzca yapan bir joker eleman” olmalarına sebep oluyor. Böylece insanlar, bu kişileri verdikleri emekler için takdir etmemeye, görmezden gelmeye başlıyor. Bu da koşuşturan bireylerin, bir süre sonra yaptıkları hiçbir işten tatmin olmamalarına yol açabiliyor. Yani bu durum, aslında kişinin işinde başarılı olmasına yardımcı olmuyor aksine onun, tükenmişlik sendromu yaşamasına yol açabiliyor.
Aslında bu duruma neden olan en önemli iki etken: Toksik pozitifliğin arkasına sığınan mükemmelliyetçi patronlar ve rekabetçi iş arkadaşları…
Günümüzün popüler kültürü, hayatın tüm zorluklarına karşı insanlara olumlu düşünmek gerektiğini aşılıyor. Hatta bu pollyannacılık derecesine varan olumlayıcı tutum yüzünden, insanlar artık gerçeklerden kaçarak bir hayal dünyasında bile yaşayabiliyor. Bir kere stresli durumlarda her zaman olumlu hissedemez ve düşünemeyiz. Her şeye olumluluk fetişizmi içerisinden bakan insan toplulukları, hayatta olumsuzlukların da olması gerektiğini kesinlikle anlamadıkları için sizin iş hayatında yaşadığınız stresi de anlamayacaklardır.
Eğer iş hayatında patronlarınız ve iş arkadaşlarınız tarafından ”çabuk pes etme, herkes aynı durumu yaşıyor”, ”başkaları yapıyorsa sen de yapabilirsin”, ”şikayet etme, bak millet nasıl koşullarda çalışıyor” gibi söylemler duyuyorsanız, tebrikler, nur topu gibi toksik bir çalışma ortamına sahipsiniz.
Ki zaten bu tutumlar, koşuşturma kültürünü de besliyor. Mesela birine bu şekilde yaklaşmak, onu daha fazla çalışması için motive etme amacı taşıyormuş gibi görünse de aslında kişiye belki de hiç taşıyamayacağı bir sorumluluk yükleyebiliyor.
Herkesin yeteneği ve kapasitesi birbirinden farklı. Fakat biz kapitalizmin tek tip başarı anlayışını öyle içselleştirmişiz ki bunu herkese indirgemeye çalışıyoruz. Bu da kişinin, sürekli iş arkadaşlarıyla yarış halinde olup daha fazla ön plana çıkmaya ve daha fazla imtiyaz elde etmeye kendini adamasına yol açıyor. Çünkü bu anlayışta başarıya giden yol, kişinin sadece kendini işine adamasından geçiyormuş gibi bir algı oluşuyor. Düşünün, özel hayat, hobiler, aile, arkadaşlar… Bunların hiçbiri koşuşturma kültürü içerisinde önemsenmiyor.
Ancak tek mesele bu değil. Mesela eskiden insanlar işten eve geldiklerinde, iş ile ilgili tüm iletişim kanallarıyla bağlantıları kesilirdi çünkü yüz yüze iletişim hakimdi.
Ancak artık teknoloji ilerledi. Bu nedenle akıllı telefonlarımız sayesinde, sürekli iş ortamıyla bağlantı içerisinde olabiliyoruz. Ki bu durum, kişinin üzerinde sürekli network’leriyle iletişimde olması gerekiyormuş gibi bir baskı yaratıyor.
Yani bu durumda insana kendine ayıracak bir zaman zaten kalmıyor desek yalan olmaz. İnsanlar, iş gruplarında ne konuşulduğunu kaçırmak istemiyor. Bu yüzden nerede olurlarsa olsunlar sürekli iletişim kanallarını kontrol ediyorlar. E sonuç olarak evde bile bu kadar işle haşır neşir olmak, kişinin zihinsel olarak da yorulmasına yol açıyor diyebiliriz.
Koşuşturma kültürüne göre ne kadar meşgulsen; o kadar yüksek maaş, o kadar yüksek statü, o kadar yüksek bir iş teklifi alma şansın var demektir. Kısacası bu düşünce biçimine göre işkolik olmak, kişinin kariyer konusunda hayatını kurtarıyor. Fakat bir önceki başlıkta ele aldığımız gibi durum hiç de öyle değil.
Mesela yapılan bir araştırmada, Birleşik Krallık’ta yaşayan ve aktif iş hayatı olan vatandaşların neredeyse %15’inin, iş hayatında yaşadıkları stres nedeniyle psikolojik sorunları olduğu tespit ediliyor.
Yine Japonya’da yapılan başka bir çalışmada da bu ülkede yaşayan ve psikolojik rahatsızlığı olan işçilerin sayısının, diğer ülkelerdeki işçilerden daha fazla olduğu görülüyor. Bir diğer araştırmada ise uzun çalışma saatlerine tabi tutulan çalışanların, daha sık depresyon ve uyku bozuklukları yaşadıkları söyleniyor. Ayrıca hayatının merkezindeki tek varlığı işi olan birisinin, takdir edersiniz ki sosyal hayatı da pek olmuyor. Kişi bu nedenle yalnızlaşmaya ve topluma yabancılaşmaya başlıyor.
Ayrıca ”çok çalışırsan başarılı olursun” gibi, basit ve tek değişkenli bir neden sonuç ilişkisi kurmak, hayatta her zaman işe yarıyor mu? Bu, kesinlikle tartışılması gereken bir konu.
Misal Tesla’nın CEO’su Elon Musk, kendisine bu kadar çok para kazandıran şeyin, koşuşturma kültürü olduğunu, ”dünyayı değiştirmek için haftada en az 80 veya 100 saat çalışmak gerekiyor” şeklindeki sözleriyle onaylıyor.
Musk gibi başarılarıyla toplumda ön plana çıkan insanların, bu tip söylemlerde bulunmaları, kendileriyle aynı konumda olmayan ve belki de hiç olamayacak olan insanlara ‘imkansız bir umut’ aşılamaktan başka bir şey yapmıyor. Yani bireylere sürekli durmaksızın çalışın demek, onların sağlıklarından olmalarına yol açacak kadar tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
Hatta Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bile haddinden fazla çalışmanın tehlikeli olduğunu söylüyor. Mesela yaptıkları bir araştırmada, haftada en az 55 saat çalışmanın, yılda 745.000’den fazla insanı öldürdüğünü tespit ediyorlar. Araştırmanın raporuna göre çok çalışmak, felç riskini %35, kalp hastalıkları riskini de %17 oranda artırıyor.
Sözün özü, yarınlar yokmuşcasına çalışmak her koşulda, her zaman ve herkes için iyi bir davranış olmayabilir. Ayrıca bir yere yetişiyormuş gibi, sürekli alelacele çalışmanın kime ne faydası var? Bu durumdan muzdarip kişilerin, mental sağlıklarını korumak adına bir uzmandan yardım almalarında fayda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü devamlı işiniz için koşturuyor olmanız, bir müddet sonra psikolojinizi, fiziki sağlığınızı ve sosyal çevrenizi riske atmanıza yol açabilir.